27 Aralık 2012 Perşembe

Kan Ağacı-JALE DEMİRÖĞEN







son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biri.müthişti. uslup,kurgu müthiş...mutlaka okuyun derim.bana hak vereceksiniz.

1. BÖLÜM
-1-
İzmir,
Aralık / 1970
Müşterisini kapı önlerine çıkıp da bağırarak davet etmesiyle ünlü esnafın sesi, kapanan kepenk sesleriyle yer değiştirmişse Kemeraltı Çarşısı’na akşam çökmüş demektir. Sergilerdeki öteberi dükkânlara taşınırken alışılandan fazla bir patırtı çalınıyorsa kulağa; akşam Kemeraltı’na yağmurla birlikte gelmiş demektir. Sonrası koşuşturmadır; sonrası ıslak bir telaş…
Fuat, dünya kadar kutuyu indirtip açtıran, ayakkabıların her birini deneyen ve sonunda almadan giden kadının yarattığı gerginlik yüzünden fark etmediği yağmuru bu patırtıyla fark etti ve müşteri gelmeden az önce yarım bıraktığı, artık buz gibi olmuş çay bardağını alıp kapının önüne çıktı. Sergilerin çoğu dükkânlara taşınmış, dükkânı olmayanlar yerlere serdikleri tezgâhlarını toparlamış götürmeye hazırlanıyorlardı; şimdilik hafifçe çiseleyen ama gök gürültüsü ve çakan şimşekler yüzünden birazdan bastıracağı belli yağmura yakalanmamak için adımlarını sıklaştırarak… Üç kedi, midye tezgâhının başındaki adamın inanılmaz bir çabuklukla açıp içini mideye indirdiği kabukların artık taşmak üzere olan kovasının dibinde bekleşiyordu. Yağmur bir tek onların umurunda değildi sanki. Sarraf, vitrinindeki altınları toplamaya başladığında, iki kadın çekiştirdikleri çocuğun kollarının neredeyse vücudundan ayrıldı ayrılacak olduğundan habersiz, ucuza hallettiklerini konuşarak çıktılar dükkândan. Çocuğun kolu, kadının elinde, tuttuğu torbaların saplarından biri gibi duruyordu. Huysuzlanan çocuğa, “Yağmur iyice bastırmadan gidelim diye oğlum!” diye bağırdı kadınlardan daha çok anneye benziyor olanı. Fuat, çocuğun acıyan kolunun, annenin kuru kalmak isteyen ayaklarıyla tutuştuğu kavgaya gülümseyerek, elindeki bardağı çaycının alması için eşiğe bırakıp içeri girdi ve yazarkasadaki tek kâğıt parayı cebine koyup kasayı kilitledi. Bir çift bile almadan giden o müşkülpesent kadından sonra ortada kalmış birkaç kutuyu raflardaki yerlerine yerleştirdi, kül tablalarını boşalttı, yerleri paspasladı ve yarın için hazırladığı dükkânın son görüntüsüne şöyle bir bakıp çıktı. Kepenkleri indirdi. Yağmurun, henüz çökmüş karanlığı ıslaklığıyla parlattığı ara sokaklardan, sık adımlarla kıvrılarak caddeye çıktı.
Her gün yeni bir çatışmanın yaşandığı ve güven duygusunun insanın ruhundan her an bir parça daha koparıldığı bir ülkede, üstelik cebi neredeyse boş ve içi ertesi sabah için bile huzursuzken, kalbi hâlâ sevinçle çarpabilen bir adamın ya şehrinin kaldırımlarına yağmur çok yakışıyordur ya da âşık olduğu bir kadın tarafından pencerelerde bekleniyordur. Aklından geçen bu buruk düşüncenin yüzüne yansıttığı yarım bir gülümseyişle tramvaya doğru yürüdü. Sanki onu tramvaya kadar kuru bırakmak için nazlanan yağmur, ineceği durağa gelmeden az önce kaldırımları dövercesine indirdi. Onu, Halil Rıfat Paşa Caddesi’ne çıkaracak olan, her iki yanı şirin sakız evleriyle dizili yüz elli beş basamaklık merdivenin Mithatpaşa tarafında indi ve telaşsız adımlarla çıkmaya başladı. Yağmur böyle delice bir hevesle yağıyor olmasa, Melike’yi merakta bırakmamak için oyalanmazdı ama nasılsa o da artık öğrenmişti kocasının yağmuru ne kadar sevdiğini. Bu zevkten mahrum kalmasın diye, artık merak etmediği yalanını söyleye söyleye inandırmıştı sonunda onu da…
Her yağdığında yaptığı gibi, merdiveni yarıladığında biraz soluklanmak üzere basamağın birine oturup Karşıyaka’nın üzerine ışıklarını düşürdüğü denizin huzursuz görüntüsünü izlemeye koyulurken, böyle havalarda iyice yükselen o nemli ve yeşil kokuyu çekti içine. Gözlerini izlediği manzaradan ayırmadan, iç cebinden çıkardığı paketten dişleriyle bir sigara çekti ve paltosunun yakasını yağmur damlalarına siper ederek yaktı. Şimdi bir damla, tam ateşin üzerine isabet edecek ve sigara sönecekti. Gülecek ve yenisini yakacaktı. Hep böyle olurdu. Bu kez kaç nefes çekebileceğini hesap ederek bu çocuksu ve keyifli oyunu oynamaya hazırlanırken, kocaman ve simsiyah bir şemsiyenin kendisine doğru yalpalayarak çıktığını gördü; artık iyice çökmüş karanlıkta. Şemsiye, sanki altında kimseyi taşımıyor ve kendi kendine hareket ediyor gibiydi. İyice yaklaşıp tam önünde durduğunda, gelenin bakkal Namık Efendi’nin çelimsiz oğlu Derman olduğunu anladı. Bir kahkaha patlattı ve “Ne o evlat, babanın şemsiyesini mi kullanıyorsun yoksa?” dedi. Çocuk, nefes nefese ve fakat Fuat’ın kahkahalarına zıt bir ciddiyetle hemen oracığa ilişti ve şemsiyeyi indirdi. Kıvır kıvır saçlarının çevrelediği bembeyaz yüzünde iki iri değerli taş gibi parlayan siyah gözlerini Fuat’a dikerek soruyla cevap verdi:  “Nereden bildin?”
Fuat, “Çünkü altında kaybolmuştun.” derken çocuğun saçlarını sevgiyle karıştırdı. Yüzündeki ifade anında değişen çocuk, biraz utanarak, “Caddeye servise inerken babam zorla tutuşturdu elime. Aslında ben de senin gibi yağmurda ıslanmayı seviyorum.” dedi.
On bir, on iki yaşlarındaki herhangi bir çocuk kadar çocuktu ve Fuat’ın sevgili karısı Melike’ye karşı platonik bir aşk besliyordu. Bu aşk iki yıl önce, Melike Fuat’ın evine bembeyaz gelinliğiyle girdiği zaman, Derman’ın bakkaldan ona öteberi taşıyıp kapıya kadar getirmeye başladığı günlerde filizlenmişti fakat Fuat ve Melike’yle beraber, bütün mahallelinin bu aşktan haberdar olması birkaç ayı bulmuştu. Öyle sevimli ve terbiyeli bir çocuktu ki; zaten herkesin sevgilisi olan bu çocuğa karşı Melike de öksüz ve yetim kalbinde özel bir yer açmıştı. Fuat, çocukluğuna dönüp bakınca, orada utanılacak bir şeyler bulmanın bir erkek için ne demek olduğunu iyi bilen biri olarak, onu duygularıyla beraber bağrına basmıştı. İleride bu ilk aşkını gülümseyerek hatırlaması için yapması gereken tek şeyi yapmış, komşuların ve Derman’ın babası Namık Efendi’nin, “Çabuk bırak gel, oyalanma!” “Oğlum! Önüne bak, çok ayıp!” şeklindeki uyarılarına aldırmadan, yokluğunda Melike’yi ona emanet ettiğini söyleyerek omuzlarına asil bir sorumluluk yüklemiş ve Derman’ı dünyanın en mutlu ve güven duyulan çocuğu haline getirmişti. Artık herkes biliyordu ki Fuat yokken Derman vardı. Melike’nin her gün akşam yemeği için sofraya koyduğu beyaz çiçekleri almaya giderken, ona eşlik etme görevi Derman’ındı artık. Haftalık dergilerini kapısına götürme işi de. Yaz tatillerinde keyifle üstlendiği bu görev, okullar başlayınca aksar ve Derman, bu kez okuldan eve döner dönmez fırladığı gibi Melike’ye gider, bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı. Birlikte dergi okurlar, arada bir ders çalışırlar, vakit geçirirlerdi.
Melike, kimsesizliğinden ve kız yetiştirme yurdunda geçirdiği yılların kötü anılarından sanki yeryüzündeki herkesi severek intikam alır gibiydi. Bu sevginin kaynağını da bütün dünyaya, Fuat’a duyduğu hisleri haykıran bakışlarını sunarak gösterirdi. Bu aşktan çoğalmıştı ve çevresindeki herkese bu aşktan aldığı ışığı yansıtırdı. Derman ise Melike’nin anlatmadığı acılarını gözlerinden okuyabilecek kadar hisli bir çocuktu. Bir gün, “Sen hep, az önce ağlamışsın ya da az sonra ağlayıverecekmişsin gibi görünüyorsun. Oysa ne kadar da mutlusun.” deyivermişti aniden. Bu söz, mutluluktan çılgınca korktuğunu kendine bile itiraf etmekten çekinen genç kadını şaşırtmış ve çok duygulandırmıştı. Cevap olarak gülümsemekle ve o kıvırcık saçları okşamakla yetinmişti. Ne diyebilirdi ki… Çocuk, Melike’nin hayatının en arka, en karanlık sokağına sızıvermişti bu kısacık cümleyle.



* Kusursuz Veda , Jale Demirdöğen
* Mutsuz Çocukların Tanrısı , Jale Demirdöğen

 Leyl , Jale Demirdöğen
*Evvel Zaman İçimde , Jale Demirdöğen
* Kusursuz Veda , Jale Demirdöğen

Nemesis Kitap: http://www.nemesiskitap.com/index.php?ModelId=22

3 yorum:

  1. Kapak tasarımı da pek güzelmiş.
    Aklımın bir köşesine kaydettim canım:)

    YanıtlaSil
  2. Sağol Dolunay. Okuyacak kitap arayıp duruyordum ben de.

    YanıtlaSil
  3. mutlaka okuyun derim ayşınım ve ablam.cidden çok güzeldi.

    YanıtlaSil

yorum yazan parmaklar incinmesin:)