24 Aralık 2012 Pazartesi

BEYAZ GARDENYA ...BELİNDA ALEXSANDRA


Çok etkilendiğim severek okuduğum ve bir çırpıda bitirdiğim bir kitap.tavsiye olunası...
Başlangıçta, Çin ve rusya sınırında, Japonların istilası altında küçük bir köydesiniz...İkinci dünya savaşının son günlerin desiniz.
Beyaz Rus bir ana kızı(babaları ölüyor) savaş ayrı düşmek zorunda bırakıyor.Sahici anlatımıyla içinde eriyip yok olacağınız kadar "gerçekten acıtıcı bir savaş hikayesi.



Sayfa Sayısı: 552
Dili: Türkçe
Yayınevi: Nemesis Kitap



“Anya, sen beyaz bir gardenyasın. Çok güzel ve saf…”
Büyüleyici bir öykü…
Rus devriminin ardından Beyaz Rus aileleri için bir sığınak yeri haline gelen Çin’in Harbin Bölgesi…
Eşini kaybettikten sonra kızı ile birlikte kendi küçük dünyasını kuran Alina…
Ve annesinin vermek zorunda kaldığı bir karar sonucu hayatı tamamen değişecek olan Anya…
İkinci Dünya Savaşı sonlarında patlak veren Japonya-Çin Savaşı’nın ortasında kalan anne-kız için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır… Birçok karakterin eşliğinde, Şanghay’dan Rusya’ya, Pasifik Okyanusu ortasındaki ıssız bir adadan Avustralya’ya uzanan, zengin olay ve tarih örgüsüyle ilgi uyandıran bu kitap; aşk, özlem ve bağışlamak üzerine kurulu bir masal gibi…
Beyaz Gardenya, yeni bir efsanenin doğuşunu müjdeliyor!
“Tek kelimeyle büyüleyici!” Daily Telegraph
“Tutkulu ve çok etkileyici bir aile hikâyesi…” Australian Women’s Weekly
“Kesinlikle elinizden bırakamayacaksınız!” NW
“Belinda Alexandra, anneler ve kızları arasında ömür boyu varlığını koruyan o bağı, öylesine güçlü anlatmış ki…” Paullina Simons
***
Ailem için…
*
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Harbin, Çin
Biz Ruslar; yere bıçak düşürürsek eve erkek misafir geleceğine, evin içine kuş girerse yakın birinin ölüm haberinin alınacağına inanırız. Bu iki durumu da yaklaşık on üç yaşındayken, 1945 yılında yaşadım, ancak ne yere düşen bir bıçak ne de uçan kuşlar gibi beni uyaracak alâmetler yoktu.
General, babamın ölümünden on gün sonra ortaya çıktı. Annem ve ben, dokuz günlük yasın ardından aynaların ve heykellerin üzerini kaplayan tozları temizlemekle meşguldük. O gün anneme ait olan o anı asla gözlerimin önünden gitmiyor. Fildişi rengi teni, koyu renkteki saç tutamları tarafından çevreleniyordu, etli kulak memelerindeki inci topları ve ateşli, bal rengi gözleri keskin bir şekilde odaklanmış önümde duran bir fotoğrafın parçalarını birleştiriyordu: annem, otuz üçünde bir dul…
Parmaklarının olağandışı bir yavaşlıkla koyu renkli kumaşı katladığını hatırlıyorum. O günlerde acı kaybımızın şokunu yaşıyorduk.  Babam, kıyametini yaşadığı o günün sabahı evden çıkmak için hazırlanırken gözleri gülüyordu ve dudakları küçük küçük öpücüklerle yanaklarıma dokunuyordu. Bundan sonraki görüşümde onun, meşeden yapılmış ağır bir tabutun içinde, gözleri kapalı, balmumu kaplı yüzüyle ölümün uzaklarında olacağını tahmin etmemiştim. Arabasının ezilmiş enkazı içinde parçalanmış bacaklarını saklamak için, tabutunun alt tarafı kapalı duruyordu.
O akşam, babamın bedeni salonda yatıyordu, tabutunun her iki tarafında mumlar vardı. Annem garajın kapılarını, sürgülerini çekerek kapattı ve etraflarına zincir geçirerek asma kilit taktı. Onu garajın önünde bir ileri bir geri yürürken yatak odamın penceresinden seyrettim, dudakları sessiz büyülü sözlerle kıpırdıyordu. Sık sık duruyor ve sanki bir şeyler dinliyormuş gibi saçlarını kulaklarının arkasına atıyordu, sonra da başını sallıyor ve yürümeye devam ediyordu. Ertesi sabah sessizce kilide ve zincire bakmaya gittim. Ne yaptığını anlamıştım. Garajın kapılarını sıkı sıkı kapatmıştı, tıpkı babamın arabasını şiddetli yağmurun içine sürdüğü ve sonsuza dek gittiği o gün yapmamız gerektiği gibi…
***
Kazayı takip eden günlerde kederimiz, Rus ve Çinli arkadaşlarımızın kararlı, nöbetleşe ziyaretleriyle dağılıyordu. Yürüyerek ya da arabayla sürekli gelip gidiyorlardı, bizim evimizi kızarmış tavuğun nefis kokusu ve taziye fısıltılarıyla doldurmak için komşu çiftliklerini ya da şehirdeki evlerini bırakıyorlardı. Çiftçiler hediye olsun diye, elleri kolları ekmek ve pasta ya da Harbin’in erken soğuklarına dayanmış kır çiçekleriyle dolu geliyorlardı. Bu arada şehirden gelenler, para vermenin kibar bir yolunu kullanarak bize fildişi ve ipek getiriyorlardı çünkü babam olmadan, annem ve ben ileriki günlerde zor zamanlar geçirebilirdik.
Sıra cenaze törenine geldi. Eski bir ağaç gibi boğum boğum olmuş bir rahip, çivilenmiş tabutun önündeki soğuk havaya doğru bir istavroz çıkardı. Geniş omuzlu Rus erkekleri küreklerini toprağa sapladılar, donmuş toprak parçalarını mezara attılar. Ya babama duydukları saygı yüzünden ya da onun güzel dul karısının beğenisini kazanmak için, hiç kıpırdamayan çeneleri ve yere bakan gözleriyle çok çalıştılar, yüzlerinden ter damlıyordu. Bu arada Çinli komşularımız mezarlık kapısının dışında saygın mesafelerini koruyorlar, sevimli görünüyorlardı ancak en sevdiklerimizi toprağa gömme ve onları toprağın merhametine terk etme âdetimize kuşkuyla bakıyorlardı.
Cenaze töreninden sonra babamın, Rusya’dan kaçışının ve devrimin ardından kendi elleriyle yaptığı ahşap evimize döndük. Yerimize oturduğumuzda irmikli pasta ve semaverden servis edilen çayla kendimize geldik. Bu aslında eğimli çatısı olan, ocak boruları saçaklardan dışarı çıkan, basit, tek katlı bir evmiş ancak babam, annemle evlendiğinde altı oda ve ikinci bir kat ilave etmiş. İlave ettiği bu yerleri de verniklenmiş dolaplarla, antika sandalyelerle ve duvar halılarıyla doldurmuş. Süslü pencere çerçeveleri oymuş, kocaman bir baca dikmiş ve duvarları ölen Çar’ın yaz sarayının düğünçiçeği sarısına boyamış. Babam gibi adamlar Harbin’i olduğu gibi yapanlardır: sürgün Rus soylu sınıfıyla dolu bir Çin şehri. Dünyayı yeniden yaratmayı deneyen insanlar, buz heykellerin ve kış toplarının arasında kayboldular.
Misafirlerimiz söylenmesi gereken her şeyi söyledikten sonra kapıdan çıkışlarını görmek için annemi takip ettim. Onlar paltolarını ve şapkalarını giyerken ön girişteki bir kancada buz patenlerimin asılı olduğunu fark ettim. Sol taraftaki bıçak gevşemişti ve babamın kış gelmeden onu onarmaya niyetlendiğini hatırlıyordum. Geçen birkaç günün hissizliği yerini, kaburga kemiklerimi acıtan ve midemin bulanmasına neden olan bir ağrıya bırakmıştı. Bu yüzden gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Bana doğru uzanan masmavi bir gökyüzü ve buz üzerinde ışıldayan zayıf kış güneşini gördüm. Geçen yıla ait bir anı canlandı. Katı haldeki Songhua Nehri, patenlerinin üzerinde düzgün durmaya çalışan çocukların neşeli çığlıkları, birbirine sokulmuş âşıklar, meydanın etrafında yürüyen ve buzun inceldiği yerlere eğilip balık arayan yaşlı insanlar…
Babam beni omuzlarına çıkardı, patenlerinin bıçakları benim neden olduğum fazladan ağırlıkla birlikte yüzeyi kazıyordu. Gökyüzü mavi ve beyazla bulanıklaştı. Gülmekten başım dönüyordu.
“Beni yere indir baba,” dedim, mavi gözlerine doğru sırıtırken. “Sana bir şey göstermek istiyorum.”
Beni yere indirdi ancak dengemi sağladığımdan emin olana kadar beni bırakmadı. Gözüme düzgün bir alan kestirdim ve buzdan bir ayağımı kaldırıp bir kukla gibi dönerek oraya doğru kaydım.
“Harashó! Harashó!” dedi babam, ellerini çırparak. Eldivenli elini yüzüne sürdü ve öylesine geniş gülümsedi ki, sanki gülüş çizgileri canlandı. Babam annemden çok daha büyüktü, o üniversiteyi bitirirken annem yeni doğmuş. Beyaz Ordu’nun en genç albaylarından biri olmuştu. Canlı bir coşkuyla askeriye katılığının karışımından oluşan mimikleri, yıllar sonra bile yüzünde beliriyordu.
Ona doğru kaymam için kollarını öne doğru uzattı ancak ben yine gösteri yapmak istiyordum. Kendimi ileri attım ve dönmeye başladım ancak patenimin bıçağı bir çıkıntıya çarptı ve ayağım burkulduktan sonra bedenimin altında kaldı.
Babam hemen yanıma gelmişti. Beni kaldırdı ve patenleriyle beni nehrin kıyısına taşıdı. Devrilmiş bir ağaç gövdesinin üzerine oturttu ve hasar görmüş botumu çıkarmadan önce ellerini omuzlarımda ve kaburga kemiklerimin üzerinde gezdirdi.
“Kırık kemik yok,” dedi, ayağımı avuçları içinde hareket ettirirken. Hava dondurucuydu ve beni ısıtmak için derimi ovaladı. Alnının üzerindeki zencefil saçlarıyla karışmış olan beyaz çizgilere baktım ve dudağımı ısırdım. Gözlerimdeki yaşlar acıdan değil, kendimi gülünç duruma düşürmekten dolayı duyduğum utanç yüzündendi. Babamın başparmağı bileğimin etrafındaki şişliğe bastırıyordu ve geri çekildim. Ezilmenin mor lekesi şimdiden belirmeye başlamıştı.
“Anya, sen beyaz bir gardenyasın,” dedi gülerek. “Çok güzel ve saf. Ancak sana çok iyi bakmamız gerekiyor çünkü kolaylıkla zedeleniyorsun.”
Başımı omzuna koymuştum ve aynı anda hem gülüyor, hem de ağlıyordum.
Bileğimden aşağı bir yaş düştü ve girişin mozaiklerine damladı. Annem bana dönüp bakmadan önce yüzümü temizledim. Misafirler gidiyorlardı, onlara bir kez daha el sallayıp “Da svidaniya,” ¹ dedik ve ışıkları kapattık. Annem salondaki cenaze mumlarından birini aldı ve onun yumuşak ışığında üst kata çıktık. Alev titredi ve ben annemin nefesinin hızını tenimde hissettim. Ancak ona bakmaktan ve onu acılar içinde görmekten korkuyordum. Onun kederini kendi kederimi taşıdığım gibi taşıyamazdım. Onu kapıda öptüm, çatıdaki odama gitmek için hızla merdivenleri çıktım. Dosdoğru yatağa düştüm ve annemin ağladığımı duymaması için yüzümü yastıkla kapattım. Bana beyaz bir gardenya diyen, beni omzuna alan ve başım gülmekten dönene kadar beni çeviren adam artık burada olmayacaktı.
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorum yazan parmaklar incinmesin:)